Sorusu Olan?

Search-Ara
FVP - Frequently Visited Pages
Wishlist
  • Bounce: How Champions are Made
    Bounce: How Champions are Made
  • My Father and Other Working Class Football Heroes
    My Father and Other Working Class Football Heroes
  • Just My Type: A Book About Fonts
    Just My Type: A Book About Fonts
  • A History of the World in 100 Objects
    A History of the World in 100 Objects
Çarşamba
Eyl012010

Yenik ve Yalnız

 

Bir kitabı bitirmeden tavsiye etmek riskli biraz ama söz konusu Celil Oker polisiyeleri olunca gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim diye düşünüyorum.

Yenik ve Yalnız, Oker'in, Remzi Ünal polisiyelerindeki son kitabı.

Ağustos ayı içerisinde piyasaya çıkan kitap, Oker'in diğer polisiyeleri gibi oldukça rahat okunuyor ve sürükleyici.

http://www.idefix.com/kitap/yenik-ve-yalniz-celil-oker/tanim.asp?sid=CSUGTV4L2Y0YIZLQ6G2N adresinden alabileceğiniz kitabın e-kitap versiyonu da mevcut ama fiyat olarak biraz pahalı. Basılı versiyondan 3 lira ucuza e-kitap satılacağına çok inanmıyorum. 

Kitabın kısa özeti ise şöyle:

Özel dedektif Remzi Ünal telefonuna bırakılan onlarca sesli mesajın sahibiyle sonunda karşılaşır. Karşılarındaki kararlı ses ona belki de bir dedektiften istenmeyecek kadar kolay bir iş yapmasını teklif etmektedir. Ancak Remzi Ünal bu kadar basit bir işin arkasında çok daha karmaşık bir hikâyenin olduğunu hissetmiştir. Ve hislerinde yanılmayacaktır da…

Bir oto galerisinin karşısında başlayan bekleyişi onu İstanbul’un değişik köşelerine, olayların etrafında dolaşan başka insanlara yönlendirir. Başka bir hikâyenin izini sürmesini sağlar. 

Polisiye türünün usta yazarı Celil Oker bu romanında da okurunu Remzi Ünal’ın peşinde heyecanlı ve sürükleyici bir maceraya çağırıyor.

Pandora ve İnkılap gibi kitapçılardan yüzde 20 indirimle alabilirsiniz. Kapak fiyatı 20 TL bu arada.

Pazar
Ağu222010

Nitelik Değil Nicelik'e Cevabımdır

Gökhan Çetinbaş NTVSpor.net'e 17 Ağustos günü bir yazı yazmış ve tartışılası fikirler ortaya koymuş.

Yazının tamamına http://ntvspor.net/yazar/gokhan-cetinbas/151/nitelik-degil-nicelik-2 adresinden ulaşabilirsiniz.

Ben yazının geneline katılmıyorum ve fikirlerimi italik halinde yazdım. Katkılara açığım. 

Nitelik Değil Nicelik - 2

Spor Toto Süper Lig’de son şampiyon dahil 9 takım ilk hafta maçlara forma reklamı olmadan çıktı. Türkiye’de futbol ekranlardaki görünürlülüğünü ve dolayısıyla popülaritesini yitiriyor.

Bu reklamsızlık konusu Turkcell'in ligin başlamasına çok az kala isim hakkını kaybetmesi sonucu takımlardaki forma sponsorluğu anlaşmalarını yenilememesi sonucu gerçekleşti. Ortada pazarın kaybedilmesi durumu yok, zamansızlıktan kaynaklanan bir durum var. Ayrıca takımlarımızın bedeli düşürmemek adına ucuza satmamaları oldukça önemli.

 

Süper Lig yayın ihalesinin sonuçlandığı günlerde Amerikan futbol ligi NFL örneğinden hareketle spor yayıncılığında niteliğin mi yoksa niceliğin mi daha önemli olduğuna değinmiştim. O yazıda kısaca NFL’in finali olan Superbowl’un nasıl ABD televizyon tarihinin en çok seyredilen şovu olabildiğini açıklamaya çalışmıştım. 250 milyon nüfusa sahip ABD’de son Superbowl 120 milyon kişi tarafından seyredildi. NFL organizasyonunun kendi TV kanalı da dahil olmak üzere 5 televizyon kanalından yayınlanan maçlardan NFL’in toplam geliri yıllık 3 milyar doların üzerinde. Bu 3 milyar dolar bizde açık kanal olarak bilinen yani izleyicinin en basit televizyon anteniyle bile ulaşabileceği kanallarda yayınlanarak ödeniyor.

Evet ama hangi şartlarda? 1970'lerden beri uygulanan kurallar çerçevesinde futbol maçında biletler satılmadığında o maç, maçın oynandığı bölgede yayınlanmıyor. Yani maçın yayınlanma koşulu tribünlerin dolu olması. Ayrıca NFL ile Avrupa Futbolu'nu karşılaştırmak biraz saçma zira tek ortak noktaları ikisinin de spor olması. Elma ile armut misali sonsuz bir karşılaştırmaya gider bu tartışmanın sonu.

 

Şimdi küçük bir parantez açıp biraz iletişim kuramlarından bahsedelim. Neden televizyon izleriz? İlk akla gelen yanıt; eğlence. Bu yanıt çok yanlış olmasa da bu neden eğlenmek için televizyonu tercih ettiğimizin açıklaması değil. Evet televizyonu eğlenmek için izliyoruz, hoşça vakit geçirmek için izliyoruz ama esas soru bunun için neden televizyon tercih ediliyor. Bunun yanıtını çoğu araştırmacı sosyalleşmek olarak veriyor. Evet şaşırtıcı ama gerçek, televizyon bizim daha kolay sosyalleşmemizi sağlıyor. Yani akşam seyrettiğiniz dizi, film veya futbol maçı sayesinde ertesi gün katıldığınız arkadaş ortamında konuşulacak konu bulmakta zorlanmıyorsunuz. ABD için de aynı şey geçerli, Superbowl seyreden 120 milyon kişi NFL’in her maçını seyretmiyor ama hepsi ertesi gün her yerde bu maçtan bahsedileceğini biliyor ve bu maçı kaçırarak sosyal intihar gerçekleştirmek istemiyor.

Spor üzerinden sosyalleşmek doğru bir yaklaşım olabilir ama ülkemize uyarlaması genellikle maç sonuçları üzerinden oluyor. Maçın özetleri bunun için yeterli zaten yani paralı kanallar buna engel olmaz. Ülkemizde çoğu kişinin spordan ziyade spor programları üzerinden sosyalleştiğini de unutmayalım. Buna bir de maç sonrası gazeteleri ve köşe yazılarını ekleyin.

 

Bunu Türkiye’ye uyarladığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor. Haftanın artık 4 günü oynanan Süper Lig maçlarının rakibi basketbol maçları veya diğer spor organizasyonları yok. Futbolun rakibi yerli diziler, sinema filmleri, gece çıkılan gezmeler. Futbolun popülaritesini devam ettirmek, yeni nesile kendini sevdirmek için görünür olmaya ihtiyacı var. Eğer Pazartesi sabahı okula giden çocukların, gençlerin büyük bir bölümü akşam oynanan maçı konuşmuyorsa, büyük bir bölümü maçın özet görüntülerini dahi seyretmemişse futbol ertesi sabah yapılan sohbetlerde konu dışı kalmaya mahkum hale gelir. Yani futbolu zor ulaşılır hale getirmek onu daha kaliteli yapmaz. Tam tersine futbol daha akıllıca pazarlanırsa, daha çok ülke gündeminde kendine yer bulursa, daha çok istenen-aranan hale gelir.

Futbolun sportif rakibinin olmaması futbola zarar veren bir konu. Zira futbolun kendisini yenilemesi konusunda bir rakibe sahip olması, yayınların, maç organizasyonunun, statların daha iyi olmasını sağlardı. Ama böyle bir spor olsa bile diziler, gece gezmeleri veya başka faaliyetler futbola veya diğer sporlara rakip olmaya devam ederdi. Futbolu zor ulaşılır hale getirmek deniyor ama aylık 4 liraya tüm maç özetleri ve maç sonu programları izlenebiliyorsa veya 13 liraya tutulan takımın maçları izleniyorsa bu çok da "zor" ulaşılır bir şey değildir.

 

Futbolla ilgili hep yapılan tespit eksik bir tespit; futbol bu ülkede en çok seyredilen, takip edilen, üzerine konuşulan spor ama bu tespitin eksik yanı futbol ne kadar takip ediliyor sorusuna cevap vermemesi.

İzlenme oranları aslında futbolun ne kadar sevildiği ve takip edildiğini gösteriyor. 18 Şubat'ta açık kanalda yayınlanan Lille-Fenerbahçe maçı en çok izlenen programlar sıralamasında bir dizinin ardından 2. sırada kaldı, bir hafta sonra yayınlanan Galatasaray-A. Madrid maçının da kaderi değişmedi. O maç da aynı dizinin arkasında 2. olurken 2 maç da aynı dizinin bir hafta önce gösterilen özet görüntülerini bile çok az farkla geçebildi. Herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemek için hemen belirtelim maçlar ve dizinin hem yeni hem özet görüntüleri aynı saat dilimine denk geliyordu. Turkcell Süper Lig'in statlardaki seyirci rakamları da çok iç açicı değil. Ortalama seyirci sayısı 14 bin civarında geziniyor. Yani ne kadar toplasak, çarpsak, bölsek Türkiye'de futbolu takip eden, izleyen sayısı 3-4 milyonun üzerinde değil. Yaklaşık 30 milyonluk genç nüfusa sahip bir ülke için bu rakam çok düşük.

Çok başarılı bir dizinin bir futbol maçını geçmesi çok da şaşılacak bir durum değil. Zira Fenerbahçe ve Galatasaray kısıtlı bir gruba hitap ederken(futbolsever, erkek) dizi çok daha büyük kitleleri TV başına çekiyor olabilir. Milli Takım'ın Euro 2008'de oynadığı Çek Cumhuriyeti, Hırvatistan ve Almanya maçlarının reytingleri bu açıdan daha doğru bir yaklaşım olabilir. Reyting ölçümlerinin tartışmalı oluşundan hiç bahsetmiyorum bile. Yazıda belirtilen 3-4 milyon kişi oldukça az görülen bir rakam. Lig TV abone sayısı 800 bindi ihale öncesi. Digitürk abonesi ise 2,3 milyon. Son kampanyalarla birlikte Digitürk'ün ciddi bir abone potansiyeline sahip olduğunu söyleyebiliriz. Her hanenin yaklaşık 3 kişiden oluştuğunu düşününce sadece hanelerde 3-4 milyon kişinin maç izlediğini, ticari işletmelerle bunun çok daha arttığını öngörebiliriz. Sorun statlara taraftar götürmek bunun yolu da daha iyi statlar, daha iyi maç günü yönetimlerden geçiyor. 30 milyon gencin hepsinin futbol delisi olmadığını kabul etmeliyiz. Rakam elbette artabilir ama ülkedeki 17,5 milyon hanenin 2,3 milyonuna Digitürk sokmak başarıdır(Bu rakam eminim ciddi oranda artmıştır).

 

Gözden ırak (uzak) olan gönülden de ırak olmaya mahkumdur. Süper Lig’in son şampiyonu Bursaspor ligdeki ilk maçına forma reklamı olmadan çıktı. Hadi Bursaspor forma reklamı için çok yüksek rakamlar istedi diyelim –ki bu konuda herhangi bir bilgim yok- ama toplam 9 Süper Lig takımı ilk haftaya forma reklamı olmadan çıktı. Düşünün ülkenin en önemli spor organizasyonunda yer alan takımların yarısı formalarına reklam alamıyor. Nedeni çok basit; markalar ve firmalar için forma reklamının en temel cazibesi görünürlüktür. Ama firmalar ve markalar bu 9 takımın televizyonlarda, gazetelerde yeterince görünür olmayacağını lig başlamadan biliyordu.

İlk paragraftaki cevabımı aynen koyuyorum;

 

"Bu reklamsızlık konusu Turkcell'in ligin başlamasına çok az kala isim hakkını kaybetmesi sonucu takımlardaki forma sponsorluğunu yenilememesi sonucu gerçekleşti. Ortada pazarın kaybedilmesi durumu yok, zamansızlıktan kaynaklanan bir durum var. Ayrıca takımlarımızın bedeli düşürmemek adına ucuza satmamaları oldukça önemli."

9 takımın 34 maçı da canlı yayınlanıyor. Dolayısıyla görünürlük konusunda bir sıkıntı yok. Ulusal gazetelerdeki görünürlük ise şampiyon takımlarla oynadıkları maçlarda olacaktır. Bu da bilinen ve kabul edilen bir gerçek. Turkcell'in sponsorluktan çekilmesi ve büyük firmaların bütçelerinde yer olmaması bir neden olabilir ama ucuza satmak istenmemesi de ayrı bir sebeptir.

 

Süper Lig’in kalitesini arttırmadan önce temel hedef Süper Lig’i daha ulaşılır hale getirmek olmalı. Bir yandan Süper Lig’in cazibesi arttırılırken, diğer yandan bu kaliteye mümkün olan en çok insanın ulaşması hedeflenmeli. Ama şu anda Süper Lig’in kısıtlı cazibesi gazetelerin, televizyonların izleyici sayısını arttırmak için kullanılıyor. Süper Lig’in herhangi bir sahibi olmadığı sürece bu resim de değişmeyecektir. Yayıncı kuruluş verdiği paradan en rahat nasıl kar edeceğini düşünürken, 2. paketi alan kuruluş tekelinin devamıyla kendi yerini sağlamlaştırmanın yolunu arıyor (halkın vergileriyle yayın yapan TRT’nin spor yayıncılığı anlayışı başlı başına bir yayın konusudur). Ama Türkiye’de oynanan futbolun halktan kopup, sokaktaki hayattan kopup cam fanusa girmesini önleyecek tek bir kurum bile yok. Bunu önlemenin tek yolu Süper Lig’e sahip çıkacak bir organizasyon yaratmak. Bu Kulüpler Birliği olabilir ya da yeni ve profesyonel bir yapılanmaya gidilebilir ama bir an önce Süper Lig’i ve futbolu yeniden genç nesille barıştırmak gerekiyor.

Ligin sahibi olması konusu tartışılan bir konu ama çok sağlam bir hukuki altyapı oluşturmak gerekiyor. Gelirlerin paylaşımı, ceza, atama sistemleri, maç planlaması, lisanslama gibi çok farklı konular var. Ben Süper Lig'le genç neslin bir sorunu olduğuna inanmıyorum. Sokaktaki insan maçlara gitmek isterse gidebilir ve bu oldukça ucuzdur ülkemizde. Ama kulüplerimiz maç gününü sadece 90 dakika olarak düşünmeye devam ettiği sürece bu seyirci sayıları artmayacaktır. Seyirci sayısını arttırmanın yolu illa Süper Lig'e bağımsız yönetim oluşturmaktan geçmez.

 

Tabi bir söz de yayıncı kuruluşun pazarla politikasına gelsin. Yayıncı kuruluş her yanda reklamını yaptığı paketleri Turksat uydusu üzerinden pazarlıyor ama eski üyeleri için halen Eutelsat üzerinden açıkladığı fiyatların 2 katına yakın fiyat istiyor. Hatta aynı paketi farklı üyeler, farklı fiyatlara izliyor. Şu anda yayıncı kuruluşun resmi web sitesinde Eutelsat üzerinden izle-öde sistemiyle tek bir maçın fiyatı 28 lira olarak görünüyor ama bu fiyatın altındaki ibare herşeyi açıklamaya yetiyor: bu fiyat 31 temmuz 2010 tarihine kadar geçerlidir. Yani kendi elindeki yayını ciddiyetle pazarlayamayan bir şirketten bu ülkenin en önemli organizasyonu olan Süper Lig’i pazarlamasını bekliyoruz.

Yayıncı kuruluşun pazarlama sisteminin yerli kullanıcılara dönük olarak sorunlu olduğunu düşünebilirsiniz ama ben daha büyük sorunun uluslararası pazarlamada olduğuna inanıyorum. Bu konu başlı başına bir yazı konusu.  

 

Cumartesi
Ağu212010

Muhabir ofsayta düşerse

Video Youtube kaynaklı. İzlemeyenlere anlatayım:

Liverpool-Trabzonspor maçından sonra Şenol Güneş'in basın toplantısı biter ve Liverpool'un yeni teknik direktörü Roy Hodgson gelir. 

Basın toplantısının ilk sorusu sorulur ve Hodgson cevaplamaya başlar. O sırada iki Türk muhabir ekipmanı toplamaya başlar ve çıkışa yönelir. Kamera arkada, mikrofon ise masadadır büyük ihtimal. Hodgson ekipman toplanırken "Rahatına bak" mealinde bir şeyler söyler ve tüm İngiliz gazeteciler kopar.

İşim gereği bu tip yaklaşımla sıkça karşılaşıyorum. Yayın hakkı olmayan kuruluş, basın toplantısını takip ettikten sonra bazen yabancı dil eksikliğinden, bazen de Karma Alan'ı veya Protokol tribünü çıkışını takip etmek için salonu terk eder. Ama terk edeceğini bilen muhabirin mikrofonu masaya bırakmaması gerekir yoksa böyle ofsayta düşersin.

Sebep ne olursa olsun büyük saygısızlık.

Kaynak:http://twitter.com/ulasgursat 

Cuma
Ağu202010

Transfer neden yapılır?

 

Bu yazının okuyanların dillerinin ucuna "çok bilmiş", "laf olsun diye yazmış", "ne anlarsın sen" veya daha ağır lafları getirmemesi dileğiyle başlıyorum.

Herhangi bir takımımız neden transfer yapıyor bunun cevabını arıyorum.

Temel bir cevap var aslında; o da "Takımın daha başarılı olmasının yolu iyi futbolculardan geçer" varsayımı. Ama bu denklemin bir ayağı aslında.

Sadece iyi futbolcular transfer ederek başarılı olmanız çok mümkün değil.  İyi bir teknik direktör, iyi bir yönetim ve sadık bir taraftar tabanı başarıyı etkileyen diğer ana faktörler. Taraftarları bir kenara bırakırsanız bu filmin iyi olması için elimizde sadece iyi değil çok iyi oynanması gereken üç rol var. 

Takım

Teknik Kadro

Yönetim

Bir futbol takımı transfer yaparken bu üçlünün iki ayağı bir araya geliyor ve takımı daha güçlendirecek oyuncuları belirliyorlar ve uygun şartları sağlayarak bu oyuncuları takımın parçası yapıyorlar. Taraftarlar da bu transferlerden genellikle memnun oluyor. Performans ve ün(reputation) dengesine göre futbolcunun değeri artıyor ve azalıyor.

Galatasaray, Giovanni Dos Santos'u aldığı zaman futbolcu havaalanında karşılandı malum. O zaman taraftarların gözünde değeri 100 üzerinde 80'di diyelim. Büyük beklentiler sahadaki performansla desteklenmeyince kiralık sözleşmesi uzatılmadı ve eleştiriler eşliğinde Dünya Kupası'na uğurladık kendisini.

 

Benzer bir yaklaşımı Jo'da da görebiliriz. Yakında Elano da bu ekibe katılacaktır(Şimdi olmasa da Ocak ayında kendisi uğurlanır).

Daniel Guiza benzer bir örnektir, yerli transfer olarak Ayhan Akman'ın Beşiktaş'taki durumu veya Tabata da.

Gelmek istediğim nokta şu;  

Transfer bir beklenti yönetimidir. Bunu yönetemeyen yöneticilerle takımınızın aldığı her futbolcuyu Messi ayarında zannedersiniz. Öyle performans ve katkı beklersiniz. Gider havaalanında karşılarsınız. Ama alınan eninde sonunda takımında miadını doldurmuş bir futbolcudur. Bir dönem birinci sınıf performans göstermiş olabilir ama sonuçta profesyonel niyetler, futbolculuk becerisinin önüne geçmiştir ki o futbolcu ülkemizde bir futbol takımını tercih eder. Taraftar her transfer döneminde yönetimin beklentileri yönetememesinin kurbanı olur. Bundan hem yönetim hem de medya çok ciddi kazanç sağlar. Yönetim miadını uzatır, gazeteler satar, TV'ler izlenir.

Futbolseverler medyanın da ciddi desteği ve yönlendirmesiyle özellikle son yıllarda bir takımın sadece transferler sayesinde başarılı olacağını düşünüyor. Hemen hemen tüm mecralar bu sistem üzerine tiraj planlıyor. Yöneticiler iyi bir transferle "yeter" tezahüratını kestiğini de gördü. "O zaman bunu da bayana kadar devam ettirmek gerekiyor." 

Ama iyi transfer yapmak, çok para harcamak futbolda başarıyı getirir mi orası tartışmalı. Geçen sezonun Galatasaray'ını bu açıdan iyi incelemek gerek. Keza geçen sezon ve bu sezon Manchester City'i de.

En başa dönelim;

Transfer neden yapılır? 

"Takımın daha başarılı olmasının yolu iyi futbolculardan geçer" 

Bu yaklaşım doğru ama tek yönlü. Transfere odaklanıp paraları saçma sapan adamlarla çarçur etmektense, transfer yapmadan veya bonservissiz oyuncu kovalayarak, vizyoner bir teknik direktörle her sene iyi futbolu ön plana koyan bir takımın taraftarı olmayı tercih ederim. Bu takımı yöneten kadroların dünya futbolunu yakından takip etmesi ve modern futbol yönetiminden haberdar olmaları tercihimdir. 

Bunu beceremeyen futbol kulüplerinin ileri gideceğine inanmıyorum. Bu kulüpler Messi'yi de getirse, Zlatan'ı da önümüzdeki sene aynı tartışmaları yine yaşayacaklardır. Zira bir ekip en zayıf oyuncusu kadar kalitelidir. Bizim ülkemizde en zayıf halka ise genellikle yönetimler, ardından teknik kadrolar, en son olarak da oyunculardır. 

 

Pazar
Ağu082010

Doping kontrolü medyaya engel değil

 

Bildiğiniz üzere hemen her federasyon ve konfederasyon belirli maçlarda doping kontrolü yaptırıyor.

Habersiz olarak yapılan bu kontroller için atanan doping doktoru maçın devre arasında stada geliyor, takım yetkilileri önünde bir kura çekimi yapıyor ve her takımdan iki futbolcu seçiliyor. 

Maç sonunda bu futbolcular doping doktorunun asistanları tarafından doping kontrol odasına alınıyorlar ve kimseyle temas etmeden örnek veriyorlar. Eskiden 60-75 ml olan bu örnek bu sezon 90 ml'ye çıkartıldı bu sezon. 

Kura şansına göre bu oyuncular herkes olabiliyor. Özellikle medya açısından çok kıymetli oyuncuların doping kontrolüne gitmeleri önceden medya aktivitelerine katılamamaları anlamına geliyordu.

Şimdi bu kural biraz daha gevşetildi. Yeni kurala göre UEFA Medya Sorumluları doping kontrolü için seçilen futbolcuyu, futbolcu istediği takdirde röportaja veya basın toplantısına götürebilecek. Her daim bu futbolcunun yanında olacak ve futbolcunun tuvalete gitmesine izin vermeyecek.

Bu çok önemliymiş zira ilk örnek en doğru örnek oluyormuş. Bir diğer konu doping kontrolü doktor-hasta ilişkisi olarak kabul ediliyormuş, yani bunu gazetede haber yapmak veya TV'de söylemek bir nevi suç.

Bu arada Avrupa'da doping açısından problemli ülkelerden de bahsedildi. Türkiye bu ülkeler arasında değil. O rahatlatıcı bir durum.